Terapi Karşıtı Bir Toplum: Neden Yardım İstemekten Çekiniyoruz?

Daha iyi hissetmeye bugün başlayın

Siz de 850 bin mutlu danışanımız gibi hayatınızın kontrolünü elinize alın.

Başlayın

Ruhsal bozukluklar yalnızca bireyin iç dünyasına ait meseleler değil, aynı zamanda toplumun bakışıyla şekillenen kültürel bir olgudur. Bu nedenle psikoterapiye başvuru süreci de toplumsal normlar, değerler ve ilişkilerle yakından ilişkilidir.

Tarihsel olarak ruhsal bozukluklar, insanlık tarihinde farklı dönemlerde, farklı biçimlerde tanımlanmış ve anlamlandırılmıştır. Orta Çağ Avrupa’sında bugün "psikotik bozukluklar" kategorisinde değerlendirilebilecek birçok durum, ruhani güçlere, şeytani varlıklara ya da ilahi cezalandırmalara atfedilmiştir. Davranışsal ya da bilişsel farklılık gösteren bireyler toplumdan izole edilmiş, akıl hastanelerinde fiziksel şiddet ya da ağır disiplin temelli yöntemlerle sözde “tedavi” edilmeye çalışılmıştır.

Bu tarihsel bağlamda, Sigmund Freud’un psikoterapiye katkısı yalnızca kuramsal değil, aynı zamanda uygulama biçimi açısından da devrim niteliğindedir. Freud, bireyleri akıl hastanelerinden çıkararak, mahrem ve güvenli bir alanda dinlemeye başlamış; onları “delilik”ten ziyade birer anlatıcı olarak konumlandırmıştır. Böylece, daha önce suskun kalan ya da susturulan bireyler, kendi öykülerini bir dinleyici karşısında anlatmaya ve bu anlatı aracılığıyla iyileşmeye başlamışlardır. Bu yönüyle psikoterapi, en basit tanımıyla bir “konuşma süreci” olarak değerlendirilebilir. Fakat bu konuşma, yalnızca kelimelerin sıralanması değil; geçmişin, duyguların ve deneyimlerin yeniden anlamlandırılması sürecidir.

Ne var ki, günümüzde hâlâ birçok birey bu tür bir yardım arama davranışına mesafeli durmaktadır. Yürütülen sistematik bir derlemede, genç yetişkinler arasında yüksek düzeyde depresyon ya da anksiyete belirtileri gösteren bireylerin yalnızca %18–34’ünün profesyonel yardım aradığı belirtilmiştir2. Araştırmada yardım arama davranışını engelleyen başlıca etkenler; damgalanma korkusu, gizlilik endişesi, yardımın etkili olmayacağına dair inanç ve bireysel başa çıkma arzusu olarak tanımlanmıştır.

Benzer şekilde Mackenzie, Gekoski ve Knox3 yaş ve cinsiyetin yardım arama eğilimi üzerindeki belirleyici etkisini vurgulamışlardır. Çalışmalarında kadınların yardım aramaya erkeklere oranla daha istekli olduğu, yaşlı bireylerin ise yardım almaya istekli olmalarına rağmen bu yardıma erişim konusunda yeterince becerikli olmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Yardım arama davranışı, bireyin bir ruhsal sorun yaşamasıyla eş zamanlı olarak ortaya çıkan bir ihtiyaçtır. Ancak bu davranış, etiketlenme korkusu ya da yeterince güçlü görünme arzusu gibi nedenlerle bastırıldığında, bireyin iyilik hâline ulaşması daha da güçleşmektedir.

Türkiye bağlamında ise ruhsal bozukluklara yönelik toplumsal tutumların büyük oranda olumsuz olduğu görülmektedir. Özellikle kırsal kesimlerde ve alt sosyoekonomik düzeye sahip gruplarda damgalayıcı söylemler daha yoğun bir biçimde gözlemlenmektedir. Çam ve Bilge1 bu duruma ilişkin yaptıkları sistematik derlemede, psikolojik destek arayışının damgalama korkusuyla bastırıldığını, özellikle ilaç tedavilerine ve tanı süreçlerine yönelik direnç geliştiğini belirtmişlerdir. Ancak, aynı çalışmada psikoterapiye yönelik olumsuz inançların daha düşük düzeyde olduğu ve bu alanda olumlu gelişmeler yaşanabileceği vurgulanmaktadır.

Yardım arama davranışını etkileyen bireysel değişkenler arasında kendini saklama eğilimi, duygularını ifade etme becerisi ve cinsiyet öne çıkmaktadır. Serim ve Cihangir-Çankaya’nın4 bulgularına göre, bireylerin kendilerini ifade etme eğilimleri azaldıkça yardım arama davranışı da düşmektedir. Ayrıca, erkek bireyler, toplumun ataerkil yapısı içinde yardım aramayı bir “zayıflık” göstergesi olarak değerlendirebildikleri için profesyonel desteğe daha az başvurmaktadırlar. Türkiye gibi toplulukçu kültürlerde, duyguların dışa vurumu genellikle hoş karşılanmadığı gibi, aile dışından profesyonel yardım almak da olumsuz bir davranış olarak etiketlenebilmektedir.

Psikoterapinin Kültürel Bağlamı

Psikoterapi, bireyin içsel yaşantılarına odaklansa da, bu süreç hiçbir zaman kültürden ve toplumsal yapıdan tamamen bağımsız değildir. Her birey, belirli bir kültürün normları, değerleri ve iletişim biçimleri içinde doğar, büyür ve duygusal deneyimlerini bu çerçevede anlamlandırır. Dolayısıyla psikoterapi yalnızca bireysel bir iyileşme süreci değil, aynı zamanda bireyin toplumsal bağlamla kurduğu ilişkinin yeniden ele alınmasıdır. Bu noktada, toplum ve psikoterapinin kesişim noktaları olarak özellikle duyguların ifade biçimi damgalanma ve aile dinamikleri ile sosyal eşitsizlikler ön plana çıkmaktadır.

Duyguları İfade Etmek: Duyguların açık bir şekilde yaşandığı ve ifade edildiği toplumsal yapılarda bireyler, yalnızca kendi içsel deneyimlerini anlamlandırmakta değil, aynı zamanda yardım arama süreçlerinde de daha rahat hareket edebilmektedirler. Duyguların ifadesi, bireyler arasında güven ilişkisini güçlendirirken, yardım talep etme davranışını da kolaylaştırmaktadır. Ancak, belirli duyguların bastırıldığı veya olumsuz değerlendirildiği toplumlarda, bireyler duygusal deneyimlerini açıklamakta güçlük çekmekte, bu durum da yardım isteme davranışını sınırlamakta ve bireylerde yardımsızlık ile çaresizlik duygularının yoğunlaşmasına neden olabilmektedir. Bu bağlamda, duyguların serbestçe ifade edilebildiği kültürel ortamlarda, psikolojik yardım arama davranışının da daha yüksek olasılıkla ortaya çıktığı söylenebilir. Bu durum kişilerin iyi oluşlarıyla da yakından ilgilidir.

Etiketlenmek / Damgalanmak: Yaşamın doğal akışı içerisinde bireyler, çeşitli dönemlerde bir başkasından yardım alma ihtiyacı hissedebilirler. Bu yardım kimi zaman yakın bir sosyal çevreden, kimi zaman ise profesyonel bir uzmandan (örneğin bir hekim veya psikoterapistten) talep edilebilir. Ancak, özellikle toplulukçu kültürlerde, aile dışından yardım alma davranışı hâlen önemli bir tabu olarak varlığını sürdürmektedir. Aile üyeleri, bireyin kişisel ya da mahrem deneyimlerini bir yabancıya aktarmasını — bu kişi bir sağlık profesyoneli dahi olsa — "saçma", "gereksiz" veya "anlamsız" olarak değerlendirebilmektedir. Bu tutum, bireylerin profesyonel yardım arayışını sınırlamakta ve yardım arama davranışı üzerinde olumsuz bir baskı oluşturmaktadır. Bu bağlamda, damgalanma korkusu, psikolojik destek arayışının önündeki en temel engellerden biri olarak ortaya çıkmaktadır.

Aile Dinamikleri: Yakın ilişkilerin yoğun olduğu ve aile bağlarının güçlü bir biçimde iç içe geçtiği toplumlarda, bireyin kişisel alanını koruması her zaman kolay değildir. Bu tür yapılarda bireylerin yaşamı çoğu zaman aile üyeleriyle ortak bir zeminde değerlendirildiği için, bireysel sınırların çizilmesi ve korunması kültürel olarak desteklenmeyebilir. Psikoterapi ise doğası gereği, bireye özgü bir mahrem alan talep eder. Terapi süreci, bireyin içsel dünyasını özgürce ifade edebileceği, yargılanmadan keşfetmesine olanak tanıyan güvenli bir ortam sunmayı amaçlar. Ancak, güçlü aile bağlarının bulunduğu yapılarda bu mahremiyet talebi her zaman olumlu karşılanmayabilir. Aile üyeleri, bireyin terapist ile neler paylaştığını merak edebilir, hatta bu paylaşımı aile değerlerine yönelik bir tehdit olarak algılayabilirler. Bazı durumlarda, birey mahremiyetini korumaya çalıştığında aile içinde çatışmalar ortaya çıkabilir. "Bunun için mi terapiye gidiyorsun?" gibi küçümseyici ya da suçlayıcı söylemler, bireyin psikolojik destek arayışını sekteye uğratabilir.

Sosyal Eşitsizlikler: Toplumda birçok alanda olduğu gibi, psikolojik destek hizmetlerine erişim konusunda da sosyal eşitsizlikler belirleyici bir rol oynamaktadır. Psikoterapi, uzun yıllar boyunca yalnızca belirli bir ekonomik ve kültürel sermayeye sahip bireylerin ulaşabildiği bir alan olarak görülmüş; bu nedenle özellikle alt sosyoekonomik gruplar için "pahalı", "lüks" veya "gereksiz" bir hizmet olarak kodlanmıştır. Ancak toplumsal yapıların dönüşmesi, ruh sağlığı konusundaki farkındalığın artması ve kamu destekli hizmetlerin yaygınlaşmasıyla birlikte bu algı yavaş yavaş değişmektedir. Yine de, ekonomik kaynaklara sınırlı erişimi olan bireyler için psikoterapi hâlâ erişimi zor bir hizmet olarak kalabilmektedir. Bu durum, ruh sağlığı hizmetlerine duyulan ihtiyaç ile hizmete ulaşabilme olanağı arasında yapısal bir uçurum yaratmaktadır. Ayrıca, sadece ekonomik değil; coğrafi eşitsizlikler (kırsalda psikolog sayısının azlığı), eğitim düzeyi, dijital erişim eksikliği ve psikolojik okuryazarlık düşüklüğü de bu süreci zorlaştıran diğer faktörlerdir. Dolayısıyla psikoterapiye erişim, bireysel istekten ziyade çoğu zaman toplumsal koşulların belirlediği bir imkân haline gelmektedir.

Terapi Karşıtı Bir Toplumda Terapiye Gitmek

Son yıllarda, özellikle pandemi sonrası dönemde, psikoterapiye yönelik toplumsal algıda önemli dönüşümler yaşandığı görülmektedir. Giderek artan sayıda yetkin psikoterapistin hizmet vermeye başlaması, çevrimiçi terapi olanaklarının yaygınlaşması ve psikoterapinin dijital medya aracılığıyla daha görünür hale gelmesiyle birlikte, psikolojik destek aramaya yönelik olumsuz tutumların da belirgin biçimde azaldığı söylenebilir. Bu dönüşümden en çok etkilenen gruplardan biri de genç yetişkinlerdir. Dijital kültür içinde büyüyen bu kuşak, sosyal medyada psikolojik içeriklere daha sık maruz kalmakta; kendilik, sınırlar, duygu düzenleme ve travma gibi kavramlara ilişkin bilgiye daha kolay erişebilmektedir. Bu durum, genç yetişkinlerin kendilerine dair farkındalıklarının artmasına, duygularını anlamlandırmalarına ve psikolojik destek almaya daha açık hale gelmelerine olanak tanımaktadır. Bu durumun oldukça olumlu olduğu düşünülmektedir.

Psikolojik destek sürecine başlamak kadar, bu süreci sürdürebilmek ve terapiye düzenli olarak devam edebilmek de ruhsal iyileşmenin önemli bir parçasıdır. Ancak birçok birey için bu devamlılığı sağlamak, yalnızca kişisel motivasyonla değil; aynı zamanda toplumsal, ailesel ve çevresel faktörlerle de yakından ilişkilidir. Toplumun ya da ailenin psikoterapiye yüklediği anlam, bireyin terapi sürecine bağlılığını etkileyebilir. Özellikle mahremiyetin desteklenmediği, bireysel zamanın “bencillik” olarak algılandığı yapılarda bireyin kendine ait bir terapi alanı yaratması ve bunu koruması ciddi bir çaba gerektirir. Terapiye devam eden bireyler zaman zaman ailelerinden “Terapiye hala gidiyor musun?”, “Bu kadar zaman yeterli değil mi?” gibi yorumlara maruz kalabilir; bu tür söylemler terapiye olan bağlılığı zedeleyebilir. Bu bağlamda, bireyin kendisine ayırdığı zaman, duygusal alan ve psikolojik sınırların korunması, psikoterapi sürecinin sürdürülebilirliği açısından kritik öneme sahiptir. Terapi yalnızca kişinin bir uzmanla görüştüğü ve problemlerini anlattığı bir alan değil; bireyin kendi içsel alanına verdiği değerin ve bu alana gösterdiği emeğin bir yansımasıdır.

Yardım arama davranışının önündeki engeller yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve yapısal boyutlara da sahiptir. Bu nedenle psikoterapinin etkili ve sürdürülebilir olabilmesi için yalnızca bireyin değil, onun içinde yer aldığı çevresel sistemlerin de dönüşmesi gerekmektedir. Psikolojik destek süreçlerini kolaylaştırmak ve damgalayıcı tutumları azaltmak için, toplumun farklı düzeylerinde ruh sağlığına ilişkin farkındalığın artırılması kritik önemdedir. Bu bağlamda, özellikle okullar, sağlık kurumları ve medya gibi alanlarda psikoeğitim programlarının yaygınlaştırılması, bireylerin hem kendilerine hem de başkalarına yönelik daha kabul edici tutumlar geliştirmelerine katkı sağlayacaktır.

Kaynakça

  1. Çam, O., & Bilge, A. (2013). Türkiye’de ruhsal hastalığa ve hastaya yönelik inanç, tutum ve damgalama süreci: Sistematik derleme. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi, 4(2), 91–101. https://doi.org/10.5505/phd.2013.48614
  2. Gulliver, A., Griffiths, K. M., & Christensen, H. (2010). Perceived barriers and facilitators to mental health help-seeking in young people: A systematic review. BMC Psychiatry, 10(1), 113. https://doi.org/10.1186/1471-244X-10-113
  3. Mackenzie, C. S., Gekoski, W. L., & Knox, V. J. (2006). Age, gender, and the underutilization of mental health services: The influence of help-seeking attitudes. Aging and Mental Health, 10(6), 574–582. https://doi.org/10.1080/13607860600641200
  4. Serim, F., & Cihangir-Çankaya, Z. (2015). Yetişkinlerin psikolojik yardım arama tutumlarının yordanması. Ege Eğitim Dergisi, 16(1), 177–198. https://doi.org/10.12984/egeefd.79026
*Sitemizde bulunan yazılar tıbbi tavsiye içermez ve yalnızca farkındalık yaratmak amaçlıdır. Yazılardan yola çıkarak bir hastalık tanısı konulamaz. Hastalık tanısını yalnızca psikiyatri hekimleri koyabilir.

Daha iyi hissetmeye bugün başlayın

Siz de 850 bin mutlu danışanımız gibi hayatınızın kontrolünü elinize alın.

Başlayın